“Biz İnsan mıyız?” sorusu
altında kurgulanan, bu soruyla yeni sorular soran, sorduran 3. Tasarım Bienali
(20 Ekim – 22 Kasım 2016) geçtiğimiz aylarda sona erdi. Soruya konu olan kavramın
(insan) kapsam genişliği, Bienal Küratörleri Beatriz Colomina ve Mark Wigley’in
de altını çizdiği üzere Bienali, “çözüm üreten son tasarımlar ya da fikirleri
sunma”nın ötesine (Biz İnsan mıyız, 2016, s.561), 200 bin yıllık insanlık
tarihinin göz alıcı kapsayıcılığına taşıdı. Bu tarihe referansla Bienal,
tasarımın bugün geldiği yere nasıl geldiğini yansıtmayı/göstermeyi amaçlayarak
bizlere, insanı çağlar boyu ürettikleri ve bunlarla ilişkisi içinde ele alan,
kapsamlı bir Antropolojik malzeme sundu. Oldukça etkileyiciydi. 8500 yıl
öncesinin Neolitik İstanbul’undan kalma ayakkabı izinden, güneş sisteminin
ötesine dünyanın elçisi olarak gönderilen Voyager 1’in fonografik sinyallerle
kodlanmış dünya temsiliyetine; 1,5 milyon yıllık aşölyen el baltasından,
yaşamlarımızı bütünüyle dönüştüren sosyal medyanın algoritma dizisine ve daha
nicelerine kadar zaman ve mekân aşıcı bir zenginliği tasarım düzlemine taşıdı.
Her şey güzel de; insanı
çağlar boyu ürettikleri ve bunlarla ilişkisi içinde ele almanın, güncel bir
kavram olan “tasarım” ile ilişkilendirilmesinde birtakım sorunlar olamaz mı? Bu
yazıda işte bu konuyu irdeliyoruz. Tasarım ve tüm kapsayıcılığı ile “insan” üretimleri ilişkisine ilişkin soruların
Bienalle birlikte sona ermediğine inanıyor; Bienalin, “uzun ömürlü bir tartışma
açabilme” ve “düşünceyi derinleştirme” amacından güç alarak (Biz İnsan mıyız,
2016, s.561), tam da Bienalin sorduğu sorular üzerine yeni sorular sorabilmeyi gerekli
görüyoruz. Bu gereklilikle yazımız; böylesi bir Antropolojik kapsamı sahiplenen
“tasarım” kavramının kendisi ve bu sahiplenmenin nedenleri/meşruiyeti üzerine
kafa yoruyor. “Bir arkeoloji projesi” olarak ele alınan tasarım bienalinden
yola çıkarak, “tasarım” kavramının bizzat kendisinin arkeolojisinin yapılmasını
öneriyor.
Antropolojik kapsama bu
denli arkasını yaslamış bir tasarım bakış açısı için, Antropolojinin
kendisinden, özellikle de görece yeni bir disiplin olan Tasarım
Antropolojisinden yola çıkarak bu soruları sormak belki de anlamlı olacaktır.
Zira, Tasarım Antropolojisi görece yeni, bu sebeple de tartışmaları güncel ve
devam eden bir disiplindir. Bu sebeple, belki de, tasarım kavramının sorumuza
neden olan çelişkilerine ayna tutabilir.
Tasarım ve Antropoloji
alanlarını bir araya getiren bu disiplin, birbiri ile kesişen, birbirini
besleyen ve iç içe geçmeleri ile yeni kavramlar ve soru alanları doğuran genç
ve fakat, hızla ilerlemekte olan bir disiplindir. Yazımızın konusuna neden olan
sorun ise, tam da bu iki alanın kesişimi/birleşimi üzerine daha derin düşünmeyi
gerekli kılan bir konuya, “zamansallık” meselesine odaklanmaktadır.[1]
Tasarım, her ne kadar
zamansal ve mekânsal belirlenimleri aşan tahayyül etme, tahayyül edileni
planlama ve/veya cisimleştirme pratiklerini imleyen evrensel ve zaman-ötesi bir
kavram olsa da; tasarımın yeni bir alan ortaya çıkması modern bir fenomendir. Özellikle
sanayi sonrası ve dijital toplumsal dönemlerde ayrı bir faaliyet alanı olarak gelişen
tasarım; grafikten endüstriyel üretimlere, bilgi-iletişim teknolojilerinden
kamu politikalarına, hizmetten, deneyime pek çok farklı alanda çalışan
tasarımcıların, ayrı bir işkolunun üyeleri olarak gözle görülür artışına,
çeşitliliğine ve talep edilirliklerine tanık olmuştur. Bu dönemde tasarım;
ayrıca “bilim, teknoloji ve sanatla aynı değerde” olacak şekilde, geniş
anlamıyla “kültürel üretimlerin ve dönüşümlerin” sağlandığı ve üzerinden
tanımlandığı en önemli alan hâline gelmiştir (Otto ve Smith, 2013, s. 1-2).
Öte yandan, çıkış noktası
19. yüzyılda, Batı dışı toplumların/toplulukların kültür ve kurumlarının
çalışılması olan Antropoloji disiplini, bir yanı ile kültürel, zamansal ve
mekânsal biricikliklerin, diğer yanı ile ise, tüm yapıp ettikleri ile insanı ve
kültürlerini açıklayabileceği evrensel, zaman-ötesi bilgi ve kavramlar
üretmenin peşinde olarak günümüze gelmiştir. Bu kavram ve bilgilerle, bunları
kuran eyleyici(ler) (agents)
arasındaki eşitsiz ilişki, özellikle post-kolonyal dönemde Antropolojinin kendi
kendisini eleştirmesine; böylelikle kavramsal ve yöntem bilimsel yeni arayışlara
girmesine ve disiplinin de inanılmaz ölçekte genişlemesine yol açmıştır. Bir
tarafta Batı-dışı toplumların egzotikliği, çoklu modernleşme süreçleri ile
hibrid bambaşka şeylere dönüşürken; diğer tarafta Antropolojinin gözlerini bu
toplumlardan, modern endüstriyel toplumlara çevirmesi, bu kırılmanın
sonuçlarından birisidir.
Tasarımla Antropolojinin
bir araya gelmesi, zamansal olarak bu kırılma dönemine denk gelir. Özellikle
1970’lerden sonra “kullanıcılara ve bağlamlara dair” daha içeriden bir anlayış
geliştirmek amacıyla antropologların, tasarım süreçlerine daha fazla dahil olmasının
devamında, Tasarım Antropolojisi “kendi kavramları, yöntemi, araştırma
pratikleri ve uygulayıcıları olan, ayrı bir alan” olarak evrilir (Otto ve
Smith, 2013, s. 2). Ancak; bu ilişkinin yalnızca tasarım süreçleri ile sınırlı
kalmadığını da belirtmek gerekir. Zira, bir diğer koldan bu ilişki, süreç
içerisinde, tasarımın evrensel bir insan kapasitesi olarak ele alınmasıyla
biçimlenmeye devam eder. Nasıl White ve pek çok diğer antropolog insanı diğer
hayvanlardan ayıran şeyin, onun sembolik anlam dünyaları ve dolayısıyla kültür
oluşturabilme özelliği olduğunu savunmuşlar ise (White, 2007[1959]; tasarım
antropologlarının bir kolu da, homo faber
(yapan insan) olarak insandan yola çıkarak tasarımı, insanı diğer hayvanlardan
ayıran bilişsel bir kapasite olarak ele alır (Gatt ve Ingold, 2013, s.139).
Böylelikle “tasarım”, Varbeek (2012) gibi antropologların savunduğu üzere,
insanın genel olarak tüm ürettiği maddî kültürle ilişkisini açıklayan bir meta
kavram olur. İnsan ırkının, çağlar boyunca ürettiği ve üretmeye devam ettiği artifaktlar
insan tasarımının bir ürünü olup bunlar, “birbirimizle nasıl iletişim
kuracağımızı, hareket edeceğimizi, davranacağımızı ve etrafımızdaki dünyayı
nasıl deneyimleyip yorumlayacağımızı belirler” (Varbeek, 2012, s. 163).
Dolayısıyla, insanlar çağlar boyunca hep tasarlamıştır; tasarladığı şeyler de
insanı tasarlamıştır.
Tasarım Bienalinin kurgulanışına
yön veren sorular, Tasarım Antropolojisinde hâkim olan bu ikinci yaklaşımla
örtüştür. Nitekim Bienal ana başlığı (Biz İnsan mıyız?) altında, katılımcıların
karşılık vermeye davet edildiği “insan, tasarlayan canlıdır,” “tasarım daima
insanın tasarımıdır,” “türümüz sonsuz tasarım katmanları arasında durmaktadır”
gibi önermelerin, bahsettiğimiz bu yaklaşımdan beslendiğini ve onu ürettiğini
görmek zor değildir. Küratöryel metin, bu yaklaşımı tartışmaya açar gibi
görünse de, aslında söz konusu yaklaşımın manifestosu niteliğindeki ifadeleri
de içerisinde barındırır:
Tasarım
bize dair en insani şey. Bizi insan yapan şey tasarım. İlk aletlerden,
katlanarak genişleyen insan kabiliyetine, sosyal yaşamın temelinde tasarım var
(Biz İnsan mıyız?, 2016, s.545).
Bienalde hakim olan bu
yaklaşımı masaya yatırırken, esas olarak bu yaklaşıma Tasarım Antropolojisi
içerisinden gelen eleştirilere bakmak anlamlıdır. Sürpriz olmayacağı üzere bu
eleştiriler, Antropoloji disiplininin -Batı merkezli bakış açısının
genellemelerinden ve doğayla karşıtlık ilişkisi içerisinde, ondan üstün olarak
kurgulanan insan anlayışını besleyen dünya görüşünden kaynaklanan sorunları
başta olmak üzere- kendi çıkmazları ile yüzleştiği bir dönemde, tasarım bakış
açısıyla/tasarım olarak yeniden kurulması ve kurgulanmasının doğurduğu
sıkıntılar üzerine odaklanır. Söz konusu eleştirel akademisyenlerden biri olan Suchman’a
(2011) göre böyle bir yaklaşım, “yenilik” (innovation)
vurgusunu evrenselleştirerek yerleri, kişileri ve şeyleri başlı başına bir
menşe noktası hâline dönüştürür (s.14). Başka bir deyişle bu durum, farklı
zaman ve coğrafyaları, zamansal kopukluklarla ve sınırları belli olmayan yeni coğrafyalarda
bir araya getirir. Yani, maddî kültürel üretimlerin zamansal ve mekânsal biricikliklerini;
tarih, coğrafya ve genel olarak kültürden kaynaklanan niteliklerini yok sayar.
Bu sebeple Suchman’a göre
tasarımın, özellikle post-kolonyel antropolojinin derdiyle paralel biçimde,
belirli bir coğrafyanın nevi-i şahsına münhasırlıklarını teslim etmesi gerekir.
Bunun için, kendisini bir meta kavram olarak değil, dünya üzerinde gerçekleşen
değişim pratiklerinden yalnızca biri olarak kurgulaması daha etik bir düşünme
biçimidir (Suchman, 2011, s.3). Yani, Tasarım Antropolojisinin, antropolojinin bilişsel
ve evrensel bir bakış açısıyla “tasarım” olarak “yeniden icat” edildiği değil;
çağdaş dünyanın antropolojisinin bir parçası ve eleştirel bir alan olarak
çalışması daha bütünlüklü ve etik bir yaklaşımdır (2011, s.3).
Bu eleştirinin devamında
Tunstall (2013), tasarlayan bir tür olarak insan yaklaşımını, antropolojinin
kolonyalizmle yakın ilişkisi içerisinde ele alır. Bu ilişkinin, “insanların
kendi özel tanımlarını göz ardı eden ve onların niteliklerini yukarıdan
belirleyen sınıflandırmalar”la dolu olduğunun altını çizer (Tunstall, 2013, s. 233).
Böylelikle, “tasarlayan insan” sınıflandırmasına hâkim olan “yenilik” vurgusu,
aslında modernist bir gündemin uzantısı olup, antropolojinin emperyalist
dilinin bir başka kavramla, yeniden kurulma riskini içinde barındırır.
Tunstall’ın bu dili kurulumunu açıklarken, OECD ya da Rockefeller Vakfı rapor
ve girişimlerinden verdiği örnekler oldukça enteresan ifadelerle doludur ve
daha derinlemesine bir araştırma için zengin bir alan sunar gibidir: bu
raporlarda tasarım, toplumlarda değişim ve dönüşümü sağlayan yeni bir itici güç
olarak ele alınmaktadır; Hindistan ve Güney Afrika ise, tasarımcılarla yerel
STK’ların işbirliği içerisinde çalıştığı liste başı bölgeler arasındadır.
Pek çok tasarım
antropoloğu, yerel topluluklarla birlikte üretimde bulundukları olgusuna
yaslanarak, bu dilin hegemonik olduğu iddiasına şiddetle itiraz etse de;
Tunstall’a göre, bu itirazların netlikle yanıt vermesi gereken önemli sorular vardır.
Özellikle söz konusu yeniliğin ve yenilik dilinin toplumsal düzeyde son kertede
kimler tarafından yaratıldığı, nasıl bir yenilik olduğu, temel değerlerinin ne
olduğu ve birincil faydalanıcılarının kimler olduğu bu önemli sorulardan
bazılarıdır. (Tunstall, 2013, s. 234). Hele de “yenilik”
kavramıyla tarihsel, toplumsal ve siyasî sorunlarını, modernleşme ve süreçleri
ile ilgili problemlerini aşamamış kültürlerin ve kültürel üretimlerin, şimdiki
zamanda her yönden kapsayıcı ve evrenselleştirici bir tasarım ve yenilik dili
ile ilişkisinin nasıl kurulduğu kolayca göz ardı edilemeyecek kadar kapsamlı
bir sorun alanıdır. Bu sorun alanına, bu dilin toplumsal düzeyde içselleştirilme
biçimleri de dahildir. Berberlik ve kuaförlükten saç tasarımcılığına, diş
hekimliğinden gülüş tasarımcılığına, zücaciyecilikten sofra tasarımcılığına,
fırıncılıktan ekmek tasarımcılığına terfi eden iş kollarının, günümüzde ne
türden değer üretim ihtiyaçlarına tekabül ettiği ya da ne türden ihtiyaçlar
yarattığı, her toplum ve kültür için özel olarak cevap verilmesi gereken
konular arasındadır.
Hülâsa; işin içindekilerin hâlâ tartışageldiği üzere, tasarım
ve insan (insanın tüm maddî kültür üretimleri) ilişkisi sorunludur,
kırılgandır, politiktir. Yukarıda kısaca bahsi geçen sorun alanlarına sahip bir
ilişki biçimini irdelemek için ise, basitçe bu genelleyici önermeyi soru
cümlesine dönüştürmek yeterli gelmez. Hele de, tasarımın kapsayıcılığının
araştırma konusu yapıldığı, Bienal gibi önemli bir entelektüel arayış ve inşa
faaliyetinden bahsediyorsak; bu kapsayıcı dilin bizzat kendisinin
sorgulanmasını beklemek yanlış olmaz.
Bienaldeki bu sorgulama eksikliğini, Tunstall’ın iddiasını
devam ettirerek, doğrudan emperyalist gündem söyleminin içinden yorumlamak, tüm
bu çabayı fazlasıyla basite indirgemek olur elbet. Ancak, bu kritik meseleyi
yumuşak ifadeyle hafife alan, daha sert ifade ile ise görmezden gelen
entelektüel bir duruşun sorunları olduğu da aşikardır. Hele de sorusunu sorar
gibi yapıp, diğer yandan tasarımı insanın tüm maddî kültür üretimlerine mâl
ediyorsa.
Bu yaklaşım, yalnızca Antropolojinin, üzerine yapışmış
olan “emperyalist disiplin” yaftasına karşı kendini üretmek zorunda kaldığı bitmek
bilmeyen kültürel görecilik tartışmalarını yeniden ve yeniden gündeme
getirmekle kalmaz; aynı zamanda, tarih boyunca bugüne kadar gelmiş diğer maddî
kültür üretim alanlarını (sanat ve zanaat gibi) ve bu alanların birlikte
çalışabilirliğine dair tarihî ve güncel arayışları da yok sayar. Bu sebeple,
tüm şıklığı ve göz alıcılığına rağmen Tasarım Bienalinin entelektüel kurgusunun
eksiklik ve zaaflarla dolu olduğunu maalesef teslim etmek gerekir.
Antropolojiye sırtını yaslayan bir entelektüel çabanın, bu disiplinin güncele
ve çağdaşa dair eleştirilerinden ve güncel ve çağdaştaki trend kavramları
sorgulama potansiyelinden çok daha yararlanabilmesi mümkündür. Aksi takdirde,
Artun’un (2013) bienallere yönelik eleştirisi paralelinde, “piyasanın işletme
modellerine göre işleyen” ve “tarihsel ve estetik bütün normların silindiği
döneme özgü sergiler”den biri olmanın ötesine geçemeyecektir.
Kaynaklar:
Artun, A. (2013). “Anne
ben hıyar mıyım?”, Skop Bülten. http://www.e-skop.com/skopbulten/anne-ben-hiyar-miyim/1510 (erişim 2 Ocak 2017).
Biz İnsan mıyız / Are We Human?. (2016). İstanbul: İstanbul Kültür Sanat
Vakfı
Gatt, C. ve Ingold, T. (2013).
From description to correspondance: Anthropology in real time. W. Gunn, T. Otto
ve R. C. Smith içinde (ed.), Design
Anthropology: Theory and Practice (ss. 139-158). London; New York:
Bloomsbury Academic.
Otto, T. ve Smith R. C.
(2013). Design anthropology: A disctinct style of knowing. W. Gunn, T. Otto ve
R. C. Smith içinde (ed.), Design
Anthropology: Theory and Practice (ss. 1-29). London; New York: Bloomsbury
Academic.
Suchman, L. (2011).
Anthropological relocations and the limits of design, Annual Review of Anthropology, No. 40 (1-18).
Tunstall, E. (2013).
Decolonizing design innovation: Design, anthropology, critical anthropology,
and indigenous knowledge. W. Gunn, T. Otto ve R. C. Smith içinde (ed.), Design Anthropology: Theory and Practice
(ss. 232-250). London; New York: Bloomsbury Academic.
Verbeek, P.P. (2012).
Introduction: Humantity in design. W. Gunn ve J. Donovan içinde (ed.), Design and Anthropology (ss. 163-176).
Surrey; Burlington: Ashgate Publishing.
White, L. (2007). Evolution of Culture. London; New York: Routledge (Eserin orijinali 1959’da yayımlandı).
[1] Zamansallık, antropoloji ile birleşen tasarımın özellikle
gelecek ayağının nasıl kurgulandığı/kurgulanması gerektiğine dair pek çok
kavramsal, hatta yöntem bilimsel yenilik ve tartışmayı içeren zengin içerikli
bir alt başlıktır. Bu yazıda yalnızca, zamansallık tartışmalarının Tasarım
Antropolojisinin kapsamını ilişkilendiren yönüne odaklanılmaktadır.