18.12.2010

Enculturation on Heaven: A Letter from Turkey

Mujde was the reason that I first prayed to God. She was also the subject of my first prayer. There was no God in my life before. I was in primary school, around the age of seven, eight or nine, in Ankara, Turkey’s early and mid-1980s.

Mujde was my best friend at that time. I loved her deeply. I do not remember clearly how our affection first started so that we were always together. There are bits and pieces in my memory. I remember having sharing our lunch together with great appetite and joy; sharing a desire to meet in the weekends to do our home-works together; being always together in the breaks to play in the school yard; putting our weekly pocket-money together every Monday to buy a new sticker for our Care Bears sticker books to passionately complete a happy, loving child story.

I feel blessed to have such pure, innocent, joyful, playful, mutual and unconditional love in my life, to have such a childhood memory whose trace has been following me throughout the years.

We were either in the second or third grade; it took me some time to realize that she was not joining some of the classes. I neither paid attention what these classes were, nor did she tell anything. Then I asked, as far as I remember to my primary school teacher, the reason of her absence. The reply was that she was Christian, and so was exempt from our “compulsory” classes on Religious Culture and Moral Knowledge, to which I never had paid special attention beforehand.

I did not know she was. I never had a proper family education on religion, either. My parents were secular, Ataturk follower, Republican people, uttering that they believe in God and the prophet Mohammed, but never showing-off, never turning this belief into daily, regular, symbolic ceremonies, or maybe leaving this simply to The State, on which they have an extensive, unbreakable trust as Republicans.

Out of this trust, things eventually worked in the opposite way and these classes on “religion” turned to be a class of interest to me. In the end, I had to understand the reason behind our separation.

I remember one thing that affected me deeply: a weekly subject on Heaven. Because after this particular one hour in class, I could not stop thinking some repeating sentences in my head following with the axiom that “only Muslims are allowed to go to Heaven”, but “people of good faith with good deeds can also go to the same place”, because in the end “heaven was a place where all the loved ones are together”.

Paradox continues. I was confused. She was my best friend, she was even a living angel, and goodness had to be awarded with Heaven. I should not have taken any risk; we had to be together in heaven as well. I had to pray to intervene, because “God accepts the prayers of innocent and sincere ones”.

“Dear God! I beg you to accept Mujde and her family into your beautiful Heaven. Please! I beg you! They are all about goodness. Let us all be together, as we love each other”.

Sounds innocent.

Totally paradoxical as well. I was praying and tied to a concept to unite us, which divided us in the first instance.

We were already together, and it was heavenly.

But a newly emerging belief on a concept called heaven was requiring us to be divided, in a place where the mission of belief finally comes to an end.

What kind of mental process was that all about?

Plus, it was indeed the end of “innocence”, if this another concept bears the condition of lack of knowledge of “evil”, and hence certain degree of directness, without calculating a possible future outcome or reward.

Looking back, I thought I was captured, not simply by an idea of God or Heaven but deeper than this, by a feeling of some kind of superiority, presumably giving me an authority to act on behalf of the future of some one, whom was taught to be “different”, hence with that capacity, more disadvantaged than me.

All based on a conceptual and mental division, acquired through learning.

While we were already one.

And simply playing was much more fun.

Writing these lines, I also thought it was a sad realization that I am now moving upon the ground of same mental division, maybe with just another mean, i.e. public writing.

Or simply through confession.

My belief to love and oneness was under scrutiny in these days.

Maybe she had already found her heaven, just like the time when I made my first prayer.

I had indeed a kind of no-hope ending for this letter. Then I sent it to Mujde, to take her informed consent in the first instance, but indeed deeper than this, to listen her story deeply, maybe for the first time after so many years we did not see each other, yet still with the dream of pre-division innocence and affection.

I was thinking, questioning and theorizing things for nothing. She was already there, with a big heart and open arms, telling about her self and her belief, and even thanking me for the privilege to be in my first prayer. She asked the reason why this entire dilemma is about.

She made me realize.

I had to change the ending.

All I had to do was to communicate, to talk to her in the first instance, to understand.

Before pondering upon things within my own mind-cell.

And to keep up with the belief in affection, which was already there, much before our acquired division.

Bip!!!: “Biz Ne Bilebiliriz ki” İdeolojisi ya da Özelim, güzelim, ADA beni bekliyor *

Geçtiğimiz günlerde (3-5 Mart 2006) AFM / Migros Ankara Sinemalarında gerçekleştirilen Ankara !f kimilerimiz için bir hayal kırıklığı oldu. Genellemeler yapmaktan imtina ettiğimizden dolayı, birinci tekil şahısa transfer olup, benim için bunun ilk nedeninin bir İstanbul-Ankara farklılığı olmasından yakınarak başlayabilirim söze. “Orta sınıf” sanatsal/kültürel kaygılarıyla izlediğimiz, takip ettiğimiz, sevdiğimiz, sinirlenip küfrettiğimiz pek çok yazılı ve görsel medya aracında güzel tanıtımlara tanık olup, sonra da !f İstanbul kitapçığını elime aldıktan sonra, pek tabii ki zihnimin sulanmasına (ve bu arada görsel açgözlülüğümün artmasına) engel olamadım hâliyle. Lakin bunun Ankara !f’teki uzantısı ve benim sulanma durumum üzerindeki etkisi, daha en başından ve en basit hâliyle Ankara ve İstanbul filmleri arasındaki rakamsal uçurumdan (kısa filmler dışında 51’e 17 gibi bir şey galiba), tabii bundan da önemlisi, bekliyor olduğum pek çok filmi görememekten kaynaklanan bir şişme durumunun peyda olması.

Uçurum ve dolayısıyla şişme hâline neden olan faktörler lay lay lom edebiyatını aşan çoklu bir denklem (buna eyvallah zaten); lakin, filim seçimine dair, özellikle de bu film yokluğunda (“bu sınırlı filmler arasında” aslında, haset ettik bir kere) What the Bleep Do We Know (Biz Ne Bilebiliriz ki?)[1] gibi bir filmin tahrik edici bir tanıtım yazısıyla “bağımsız filmler gösterimi”ne konmuş olmasına dair bir takım kafa karışıkları yaşamıyor da değiliz (buralar hâla birinci tekil şahıs aslında). Hatta, komplo teorilerine eğilimli yanımız, bu filmi göstermek için, ilgili Amerikan prodüksiyon şirketinin (ve sponsorlarının) para vermiş olabileceğini fısıldıyor kulağımıza (komplo bu ya!!!). Mevzu sponsor olayına ucundan bulaşınca, konu iyice dağılıyor zaten... ve sonra, kendimizi toparlıyoruz....

Filmin adı What the Fuck (#$*!!!#) Do We Know aslında, o görmüş olduğunuz da “Bip!” sesi (Hmmm.... Enteresan...). Bu başlığın yanında da şöyle bir tanıtım yazısı: “Kah belgesel ve kah kurmaca görüntülerin, çarpıcı görsel efektler ve animasyonla harmanlandığı film... Eleştirmenlerce Matrix’e benzetilse de bu filmin önemli bir farkı var: gerçek olması. ...el değmemiş bir alana doğru yapılan yepyeni bir yolculuk: insan bilincinin ta kendisi” (Buradaki bold walla da benden değil). Film, gerçeklik nedir diye başlıyor; bunu dert edinmiş; ve bu soruyu “kuantum” fiziği ve “kuantum” evreni üzerinden açıklıyor. Bunu yapma araçları da, “bilirkişi”lerle yapılan tek kamera mülakatlar, buna eşlik eden kurmaca bir hikaye, dolayısıyla bir film, ve bunun içinde de “eğitici-öğretici” animasyonlar. Mülakatları ve ders verme kısmını atarsanız, ideolojisini büyük bir netlikle sorgulayabileceğiniz bir film var aslında ortada; ve o da zaten attığınız kısmın iyice sorgulanası niteliği ile birleşince “pişti!!!!” oluyor[2].

Kurmaca ve film bölümünde, konuşma engelli, 35-40 yaşlarında, küçük bir şirkete bağlı olarak orada burada fotoğraf çekerek (düğün, sergi, mezuniyet, vs.) hayatını idame ettiren; kronik bir “sıkılma” hâlinde olan (ki buna en basitiyle depresyon veya libidinal enerjinin dibe vurması da diyebiliriz) ve bulunduğu sıkılma hâli nedeniyle özelde hayatını, genelde hayatın kendisini irdeleyen bir kadın var: Amanda. Kurmacanın merkezinde de Amanda’nın “sıkılma” hâli irdeleniyor. Filmde çeşitli flashback’lerle bize gösterildiği biçimiyle, Amanda’nın varoluşu sorgulamaya iten sıkıntısının kökeni, kocasını yatakta başka bir kadınla görmüş olması (yani aldatılan ikinci kadın olma hâli) ve akabinde biten bir evlilik. Bundan sonra da evini başka bir hatun kişiyle paylaşıp, hayatına “eskisi gibi” devam etmeye çalışıyor...

Filmde Amanda gibi bir karakterin sıkıntılarının “ikinci kadın olmayı yedirememe” psikolojisine indirgenmiş olması, filmin ideolojik bombardımanının çıkış noktasını oluşturuyor. Keza Amanda en başında engelli bir kadın; ikinci olarak da, evliliğinin bitiminden sonra (başlarda) katlanamadığı (sonra Amanda eriyor tabii) bir ev arkadaşıyla evini paylaşmayı seçtiğine (“belki de” zorunda kaldığına) göre de, çalıştığı iş geçimini yeteri kadar karşılamıyor diyebiliriz. Diy-ebilir-iz (ya da diyemeyiz), çünkü film bunlara dair bir ipucu vermek konusunda sıkıntılı. Aksine kurmacanın mekanı öyle bir mekan ki, değme bilim kurgulara taş çıkartacak hijyenik bir Anglo-saksonya’da (ki burası Amerika oluyor, dikkat!!!) Amanda dahil herkes birbiriyle akışkan ve sıkıntısız ilişkiler ağı içerisinde (Allahım Allahım hepimiz ne kadar iyi insanlarız), iletişim imkanları ve iletişimin niteliği kusursuz, ekonomik refah hat safhada, hayatın içinde şiddetin (ş)si yok, sanatçılar lay lay sanatlarını icra ediyor, sokaklarda çocuklar oynuyor, insanlar birbirlerine yardım ediyor ve Amanda dışında herkes “iyi”. O da zaten ikinci kadın....

Ve işte tam da burada “bilirkişiler” devreye giriyor, “halbuki gerçeklik nedir ki?” diyerek; ve “aslında tüm mutsuzluğumuzun temeli algılayışlarımızda yatıyor” diye ekleyerek. Çünkü, diyor bilen insanlar (ki onların da hepsi seçilmiş, orta sınıf, hak yoluna gelmiş, mutlu, mükemmel ve -bir Hintli dışında- beyaz Amerikalı bilim adamları ve kadınları; ve tabi bir de aydınlanmış ulu kadın Ramtha var[3]), Kuantum evreninde eyleme dair olasılıklar sonsuzdur, ve esas mesele bizim bunlardan hangisini seçtiğimizle ilgilidir; bu seçimlerimize yönelik geliştirdiğimiz farkındalık bizi “kurban” olmaktan çıkarıp yepyeni bir paradigmaya adım atmamızı sağlar.

Kuantum fiziğinin ayaklar altına alınması ve basite indirgenmesinden duyulan rahatsızlığı bu işin erbaplarına bırakacak olursak, filmin en dikkat çekici (tahrik edici ve kaşındırıcı) yanı, bir yeniçağ öğretisinin, bu “beyaz” adam ve kadınlar tarafından hepimizin salak yerine konularak (beyinlere zarar teletubbies tadındaki animasyonlarla) beynimize sokulması; veya çok daha basit bir dille olayın bir NLP reklamına ve yeni çağ şifacı edebiyatına dönüştürülmüş olması. Öyle ya zaten, bu dünyadaki varoluşumuza dair her türlü sıkılma hâli bizim olaylara bakışımızla ilgili; mutlu bir varoluş hâli için asıl savaş alanı da, aslında ilgili hormonlarla beslenen hücrelerinizin alanı ve beynimiz. Bu anlamda her şeyi biz yaratıyoruz ve Bağdat da aslında arada dostlarla kahve içilmeye gidilen bir kafeden başka bir şey değil. Zaten, 14 bilen kişiden biri olan ve Kolombiya Üniversitesi’nde Bilim Felsefesiyle iştigal eden Dr. David Albert’in de dediği gibi, 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’nin başına gelenler aynı bu şekilde yaratılan yanlış bir din kurgusundan kaynaklanıyor (yani “onlar”ın yanlış kurmacasından kaynaklanıyor; bakınız zaten mutsuzlar kendi cehennemlerinde, bombalar altında). Gelin haydi “iyi” insanlar, hepimiz özel olduğumuzun farkına varalım, kendimizi sevelim ve yepyeni bir paradigmaya atlayarak sonsuz olasılıklar cennetinde yaşayalım.

İşte tam da bu düstur, gariban insancıkları kesip doğrayacağız diye klonlarken, onlara işledikleri yegane bilinç oluşturma programının düsturunu getiriyor aklıma: Sen özelsin. Bu hayatta çok özel bir amacın var. Sen seçildin. Ada seni bekliyor (You're special. You have a very special purpose in life. You've been chosen. The Island awaits you). İster istemez “hepimiz programlanıyoruz” demek geliyor içimden, birilerinin programlanmış bilincimiz üzerinden daha iyi, daha yakışıklı, daha güzel, daha sağlıklı insanlar olarak yaşamlarını sürdürebilmeleri için (Evrim teorisi gerçek ha!! Fethullahçılara buradan duyurulur).

Hulâsa, illa ki de “gerçeklik sorgulayalım”sa maksat, ADA daha “bağımsız” bir film kaçıyor; bu da festival organizasyon komitesine duyurulur.



Notlar

[1]“sayfasına bakmam lazım” diyenler için (ki bir bakmakta yarar var; adamlar işi abartmış 3-8 Mayıs 2006’da “proje” ekibi olarak Bali’de Global Healing Konferansına gidiyorlar; “proje” ekibinin başka bir filmi de var bu arada) http://www.whatthebleep.com/ (son ziyaret edilme tarihi 15 Mart 2006)

[2] Filme bir tek ben kafayı takmadım tabi; Rotten Tomatoes’daki çocuklar da güzel eleştirileri derlemiş (hâliyle bir iki övgüye de hazırlıklı olun); “ay çok merak ettim” diyenler için http://www.rottentomatoes.com/m/what_the__do_we_know/ (son ziyaret edilme tarihi 15 Mart 2006)

[3] “yaw kim bu ulu (ya da lanet) kadın, öyle gözlerini de koca koca açmış, kendinden geçercesine konuşuyor” diyenler için (kadın “ben aydınlandım” diyo ya!!!) http://www.ramtha.com/html/aboutus/about-ramtha.stm (son ziyaret edilme tarihi 15 Mart 2006)


cinnet.org'da yayımlanmıştır

Turist Gibi Giyinmişsiniz*

Fiziksel özelliklerim şu şekilde. 1.70 boyundayım. Koyu sarışın ya da açık kumral denen saç rengine sahibim. Gözlerim mavi. İnce yapılıyım. Bir muhabbet ortamı oluşuyorsa sokakta, orda burada (özellikle de İstanbul Avrupa yakasında) ilk etapta “nerelisin” ya da ‘ver ar yu fırom’ diye soruyorlar bana. ‘Türkiyeliyim’ diyince de, ya inanmıyorlar, ya daha fazla kurcalıyorlar (kesin bir bit yeniği var bu işte gibisinden), bazen de ‘aaa ne güzel Türkçe konuşuyorsun, nerde öğrendin’ diyorlar. Hatta ikinci defa ‘Türkiyeliyim’ dediğim halde ısrarla ‘bak valla çok güzel Türkçe konuşuyor(sun) ‘ dedikleri durumlar da olmadı değil. Oldu. Memleket halleri işte.

Bilmiyorum, ben de mi bir gariplik var, yoksa Türkçe’m mi kötü, nedir ? Neden memleketimin insanı beni kendinden kabul etmiyor?

Buna benzer bir olay, işe paldır küldür yetişmeye çalışırken taksi kullanmak zorunda kaldığım güzel İstanbul yaz sabahlarının birinde başıma geldi. Hızlı adımlarla kendimi Kumbaracı Yokuşundan aşağıya verdim; tramvay yoluna çıktım; ve Mecidiyeköy’e gidecek şekilde Karaköy istikametinden gelen taksilerden birine elimi kaldırdım. Taksiye bindikten sonra ‘Mecidiyeköy, Emniyet Binasının orası’ dememle birlikte benim için klasik olan İstanbul sosyalleşmelerinden biri daha başladı: ‘Aaa, ama ben sizi turist zannetmiştim’, dedi Şoför Bey. Ama... Benim amam ise bu sefer Şoför Beyin ilk defa karşılaştığım bir yorumla gelmesi oldu: ‘Turist gibi giyinmişsiniz de...’ Hmm... Bir dakika; burada biraz duralım lütfen.

Üzerimde ne vardı? Kapalı Çarşıdan, şilebezi kıyafetler satan bir dükkandan çok severek aldığım beyaz, üzerinde enine açık mavi, fıstık yeşili, kahverengi ve siyah çizgileri olan püfür püfür bol kesimli bir şalvar; üstünde, içimdeki turkuvaz atletin askıları görünecek şekilde giydiğim ve yine rahat kesim, geniş yakalı beyaz penye bir t-shirt, altımda giymekten eskimiş gri spor ayakkabılarım; ve onun içinde de beyaz fıstık yeşili çizgili çoraplarım. Çok olağanüstü bir durum yok yani. Hatta bir de üstüne üstlük üzerimde şalvar var... Hem de şilebezi. Bu nasıl bir kimlik kurmacası? Kafamın içinde bir sürü soru dolanıyor: acaba siyah, gri, lacivert, hâki ve kahverengi renkleri dışında, insanın içinde huzur duyguları uyandıran, daha canlı mavi ve yeşil renklerini tercih etmiş olmamdan dolayı mı böyle bir algılama hasıl oldu, yoksa kumaşların dökümünden kaynaklanan rahatlık hissinin karşıya yansıması mı bu ‘yabancılık’ hissiyatını uyandırdı; ya da tamamen içeriden bir yerden, “kendimize” ait farkındalığımızla ilgili sorunlardan mı tüm bunlar kaynaklandı? Nedir?

Buradan olumlu bir sonuç çıkarmak isteyen gönül, kimliğin giyilebilen bir şey olma özelliğinin yanı sıra, aslında çıkartılabilen bir şey olabilme potansiyeline de vurgu yapmak istiyor hemen. Şoför Bey aslında o anda ‘bak üzerine başka bir şey giysen bizden olacaksın’ diyor belki de çaktırmadan. Ama bunu derken, ‘aha bak, ben de çıkarsam da, o turist kıyafetlerinden giysem “ben de senden” olurum’u da diyebileceğinin çoğu zaman farkına varmıyor.

Bu kıyafetler, yalnızca kıyafet olma halleriyle her hangi bir tehlike arz etmiyorlar elbet. Tehlike, ‘bak senin kıyafetinde yeşil var, demek ki sen benden olana bunu bunu demeye çalışıyorsun, vay sana’larla ciddi ve insanlıktan çıkartıcı boyutlara ulaşıyor kimi zaman.

Yaşamıyor muyuz?

‘Baba bu kıyafet. Elbise, kumaş, çaput... Çıkartınca ikimiz de etten kemikteniz’ demeye bile fırsat kalmıyor o zamanlar. Ya da inanıyoruz da tüm bunlara, ancak sözde, sohbette.

Gözünü sevdiğim Anadolu Kültürü. Giyim kuşam, dış görünüşe aldanmama ve insanın gönül güzelliğine bakma üzerinde nice hikayelerle doludur. En azından birkaçını ya dinlemişizdir bir yerlerde, ya da biliyoruzdur. ‘Ye Kürküm Ye’ler, ‘dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil’ler; hatta erenler “don” değiştir de, özleri cevahir, başka başka bedenlere bürünürler.

Mayamız baştan mı bozuk “bizim, erenler evliyalar kaç yıllardır aynı şeyleri söyler durur da, “biz” ise hala aynı yerlerde takılır kalırız?

Güney Koreli pırıl pırıl genç bir sanatçı arkadaşım (Nana Woo – bence ileride ünlü bir performans sanatçısı olarak bu ismi daha sık duyacaksınız) geçenlerde şöyle bir yorum yaptı: ‘Bizim oralarda herkes çok normal ve sıradandır. Hele kadınlar. Kurallara uygundurlar, uygun yaşarlar, uygun giyinirler. “Böyle” giyinen birini gördükleri zaman hemen sorarlar, “sen sanatçı mısın” diye. Hiç şaşmaz. Bu her zaman böyledir.’

Memleketine göre değişik kimlik halleri işte...


* Radikal II, 29 Kasım 2009

Bir Baba Patron Profili*

Gel bakayım, yamacıma otur şöyle; benim yanımda olduğun takdirde ulaşacağın ihtişamı gör 13. katın yüksekliğinde. Dizlerinin dibinde koskocaman bir şehir; tüm ışıklarıyla sanki senin için parlıyor gibi. Ya da sen bu ihtişamdan öyle bir parlıyorsun ki, şehir senin aydınlığını yansıtıyor sanki... Gel bakalım tecrübesiz, toy yavru. Baban gibiyim ben senin... Anneler bile kızlarının kendilerinden daha çok istemezler yükselmesini. Bir tek babalar; bir tek babalarda gördüm ben, kendinden daha yüksek olsun yetiştirdikleri diye tüm dilekleri. Gel şöyle yamacıma tecrübesiz, toy yavru... Bir tek bana, seni destekleyen tek babana güvenmelisin bu 13 katlı binada. Buranın üstü zaten helikopter pisti; tek yol buradan geçiyor her nevi havalanmalara. Ancak tek bir şartım var benim; benim için satmayı öğrenmelisin tüm köleleri... Onlar zaten seni yüz üstü bırakmadı mı sen onları savunurken önceleri. Annen bile demiyor mu, kızım bu kadar çalışma diye... Ama seni bir tek ben anlıyorum ve destekliyorum, bu hırs dolu yürüyüşte. Bir tek patronun olmalı inandığın, ancak o zaman inanır sana o, sanırım şimdi anladın. Grup ve ekip de neymiş, onlar ne fitne fücur. Burada bir tek “birey” var; tek “biz” ise, bireyle benim aramdaki ittifak kadar. O ittifak ki, bir tek benimle “birey”in arasında vardır amaçsal ortaklık; yani, bir tek ikimizin amacı ortak; amaç iş üretiminde maksimum kazanç, başarı ve kurnazlık. Kafanı kullan yavru; özgür bir köle olman için bir tek “benim” kölem olman gerekiyor. Diğer köle kader ortaklarını satman ve ispiyonlaman icap ediyor. Kader ortaklarında hedefler birbiriyle çatışır; bir tek hedef ortaklığı ise sahibinle senin aranda yaşanır. Hedef belli çocuk; ben daha fazla iktidar ve söz sahipliği, daha fazla para ve ihtişam içinde yüzeceğim. Ben yüzdükçe, yediklerimin artıklarını sana da vereceğim. Malum, çok daha fazla para, demek daha fazla bok. Ben daha çok sıçtıkça, senin ödülün daha bir ağırlaşacak pahaca...

Bak, bu teklifi herkese yapmam ha; senin tecrübesizliğin içindeki yeteneği ben keşfettim çünkü bu 13 katlı binada. Hoş bu binanın dışında da keşfeden olmamış; şansına şükret ki, bu senin için bir dönüm noktası gibi hayatında parlamış. Çok tecrübeli bir yöneticiyim ben; senin gibi nice tecrübesiz gençlere güvenip yetiştirdim onları kendimden. Hepsi de benim kuklam oldu; e çünkü, ancak o zaman, şefkatli elim onları destekleyebiliyordu. Ancak o zaman onların arkasında durabiliyordum görünmeden; ama diğerleri bir tek sizleri görüyordu, arkanızda benim olduğumu her zaman bilerekten. Kimi zaman ise o kadar iyi bir kuklacı oluyordum ki, bazen unutuyorlardı görünüp kaçan gölgemi. Hem sende çok masum bir ifade var; böylelikle diğerlerinin benim gölgemi unutmaları daha kolay. Onlar sana bakacağım derken; biz senle ne güzel bir ikili oluruz bir bilsen. Ah bütün bunları bir görsen; ancak o zaman vaatlerimin gerçek olabileceğini anlayabilsen... Ah, tecrübesiz, toy yavru; birbirimiz için biz ne büyük birer hazineyiz, bir sezebilsen...

Benim oğlum ve kızım da senin geçtiğin yollardan geçti; kimi zaman ağladı, kimi zaman bağırdı ama, ama sonunda benim yoluma erdi. Ah, benim tecrübem kimsede yok yavru, bunu bir anlayabilsen. Eskiden, davası kızıla çalanlardandım ben; ama eskiler artık sevmez beni, mafyacılıkla itham ederekten. Ne zorluklar çektim ben bu günlere gelene kadar; ama en sonunda anladım ki, boyumuz Amerika’nın bizi ölçtüğü kadar. Bir de dönek diyorlar bana, ki ne hadlerine düşmüş; onlar sefil, onlar cahil, benim gücüm bu düşünceyle büyümüş. O zaman öyleydi be çocuk, biz ODTÜ’de okurken; ama şimdi “patron”um ben, öğrencilik anılarda kalırken.

Beş dakka önce seni işten kovdum diye hayıflanma yavru; gözdağı vermek içindi kendi borusunu öttürenlere; ama arada sen yandın; e maalesef ki, ben de senin tecrübesizliğinden yararlandım. Ama bak, pamuk gibi bir adamım ben; hem gördün nasıl da pıstılar birden, sen sinirden titrerken. Ne kadar eğlenceli bir görsen insanların umuduyla oynamak; hele de bir anlasan o oyunlar senin için nasıl da ihtişamlı bir sığınak. Dinle beni, bende daha söyleyecek çok söz var; ama sözlerimin önemi, ancak sen patronu “baba” gibi sevip sayana kadar.

Dedim ya, kovdum seni sanma sakın; yarın yeniden gel, ama iyice de bir düşün taşın. Bu sefer öğreneceksin her zaman beni korumayı; o saçma sapan değerlerine dönmeden “adam” gibi yaşamayı. Sen burayı okulla karıştırıyorsun, sakın ha; okulu unuttuğunda ancak mağlup olacaksın bu ihtişama. Ama seni eğitmem biraz zor olacak, çok dik başlısın; ama babalar ne için var zaten, dua et ki çok şanslısın. Unutma, o değerlerin senin karnını doyurmuyor; tokluk yolu ise unutma ki her zaman “baba”lardan geçiyor...


*cinnet.org'da yayımlanmıştır